6 Aralık 2012 Perşembe

Bilim hayatımızı şekillendiriyor, Dünya'ya nereden ve nasıl baktığımızı belirliyor!


Ben: …

O: …

Ben: 10.000 yıl önce tarımı bilmez iken bugün organizmaların genetiğini dizayn ediyoruz. 400 yıl önce yeryüzü düz sanıyor iken bugün Mars'a robotlar gönderiyoruz. 150 yıl önce türler yaratıldılar derken bugün evrimi gözlemliyoruz. 100 yıl önce atomun yapısını hayal bile edemezken bugün onu parçalayıp nükleer enerjiyi ortaya çıkarıyoruz...

O: … e e..?

Ben: Yani, kısacası: Bilim hayatımızı şekillendiriyor, Dünya'ya nereden ve nasıl baktığımızı belirliyor!

O: Nedir Bilim dediğin?

Ben: Ben şöyle özetliyorum: "Yeni bilgi"nin sistematik ve kollektif olarak ortaya çıkarılma uğraşısı.

O: Örneklerle anlat, mesela neye bilim demişiz? Nereden gelir bu bilim? Neyi etkilemiş de  bugünkü hayatım böyle?

Ben: Modern bilimin başlangıcı için 16. ve 17. yüzyıla bakmak gerekir. Dönemin simge isimleri: Kopernik (1473-1543), Galileo (1564-1642) ve Newton (1642-1727). Bu dönemde bilgiyi nedenselcilik ve deneye (kontrollü gözlem) dayandırma ön plana çıkıyor artık. Dünya'nın evrenin merkezinden çıkarılması büyük bir devrim. Sonra, her şeyin mekanik düzende açıklanabilinir olduğu, ve  matematikçi bir tanrının yarattığı belirlenimci bir evren düzeni oturuyor. Daha sonra patlayacak makineleşme, sanayiileşme, köyden şehire geçiş (feodaliteden burjuvaziye), Fransız devrimi bu dönemin ürünü diye düşünüyorum.

O: Sonra?

Ben: 19. yuzyılda işler değişmeye başlıyor. Daha doğrusu sanayiileşmenin ivmelenmesi ile herşey daha açık sorgulanmaya başlanılıyor. Mesela, Boltzmann (1844-1906) ile birlikte olasılıksı mekanik ile tanışıyouruz. Darwin (1809-1882) ile insan hususi yaratılmışlığının iflası, yani evrenin merkezinden düşmesi bomba etkisi yaratıyor. Düşünsene: kral da, siyasetçi de, köle de, kadın da erkek de aynı hayvan türü! 20. yüzyıla girilirken özellikle Freud (1856-1939) ile insanın algı derinliğine yani psikolojisine giriyoruz. Ruhun iflası yani!

O: Einstein nerede?

Ben: Ben de tam oraya geliyorum! 20.yüzyılın başından itibaren fizik bilimi coşuyor adeta. Einstein (1879-1955), Schroedinger (1887-1961), Feynmann (1918-1988) ve daha nicesi nesneye bakışımızı değiştiriyor. Düşün, her şey göreceli, kütle dediğin enerji olabilir mesela. Bu dönemde küçük boyutlarda fiziğin başkalığını öğreniyoruz. Bugün hala kuantum  fiziğinde bildiklerimizi "an"ladığımızı söyleyemem. Mesela,  nedensellik çökebilir atomlar arasında!  Ama nasıl! Öylesine büyük teknolojik patlamalara gebe ki bu dönem, saymakla bitmez. Ne yazik ki, atom bombasını da gördük aynı zamanda!!! Bilim etiğini de konuşmalıyız bir gün!

O: Fizik aldı başını gitti yani!

Ben: Evet öyle. Ama 20 yuzyılın 2. yarısı ile birlikte yaşam bilimleri, özellikle de moleküler biyoloji ve genetik patlaması ile karşılaştık. Watson (1928-), Crick (1916-2004) ve Rosalind Franklin (1920-1958) bu dönemin simgesi DNA yapısının keşfindeki kilit isimler. Bugün teknolojik anlamda geldiğimiz yer yüz yıl önce ile kıyaslanamaz bile, misal gen transferi ve klonlama. 2000'leri hatırlaycaksındır: örnek insan DNA diziliminin duyurulması. Herkes bu da yapılınca artık sorulacak soru kalmayacak diyordu öncesi.

O: Sahi, ne durumdayız şimdi. Bilim nereye gidiyor? Sen onu anlat!

Ben: Anlaşıldı ki, iş pek bitmemiş, hatta tam tersi yeni başlıyor! Yaşam bilimlerinde, özellikle genetikte elimizde tonlarca data var. Ama anlayışımız çok geri. Fizikle benzeştirirsem, kuramsal bilgimiz daha emekleme aşamasında! Öznel olarak değerlendirirsem: DNA'yı biliyoruz ama nasıl işlediğini ve evrildiğini henüz tam olarak anlamış değiliz. Bunu çözersek, örnek olarak gen terapilerine ulaşabiliriz. Bunun dışında, sinirbilim, özelinde insan psikolojisinin temellerini irdelemeye devam edecek. Nano-bilimler çok ilginç teknolojiler üretiyor, özellikle bilgisayarımsı aletlerle donatılmaya başlandık baksana. Son olarak, kuantum ışınlanması, ve hatta kuantum bilgisayarlara not edeyim. Klasik mantığımız yerle bir olabilir. 

O: Tamam tamam yeter bugünlük… 

Ben: Şimdilik bu kadar olsun o zaman! :)

3 Aralık 2012 Pazartesi

Türkiye ana siyasi örüntüsü


Orhan Pamuk'un ''Kar'' isimli romanını yeni bitirdim. Anlatımdaki uslubuyla yine Orhan Pamuk dedirten bir kitaptı. Ama buraya not etmek istediklerim kitabın içeriğine dair ve düşündürdükleri olacak.

Roman, yakın tarih (90'lar) Türkiye siyaseti üzerine oturtulmuş. Memleket siyasetine ait ana unsurlar, yani Türkçü ve Kürtçü milliyetçiler, İslamcı dinciler, ve yenilmiş sosyalistler birbirlerinin içine geçerek Kars ili ölçeğinde sahne paylaşıyorlar. Darbelerden türbana kadar birçok konu işleniyor romanda. Edebi eser olduğunu unutmadan Türkiye siyaseti öğrenmek isteyen, ya da siyasi gerçekleri yatsımadan roman okumak isteyenlere ısrarla öneriyorum bu romanı.

Romanın dışına çıkıp, memleketim dediğim ülkeye en azından son 150 yıldır hakim olan siyasi çizgiyi buraya not etmeliyim. Bakalım yıllar sonra, aynı fikirlere sahip olacak mıyım? Aslında böyle giriş yaptıktan sonra çok uzun tezler, argümanlar yığacağımı düşünebilirsiniz. Halbuki, hükmeden siyasi örüntüyü Türkçü milliyetçi-sunni islamcı dinci olarak tarif edebilirim. Altını çizerek bunun iki ayrı siyasi hareket olamadığını, aynı bedende yaşayan ama kah birinin kah ötekinin ağır bastığı bir yöneten kimliği olduğunu söylemeliyim. Abdulhamit, İttihat ve terakki, Mustafa Kemal, İnönü, Ecevit, Demirel, Erbakan, Çiller, ve son olarak da Erdoğan sadece bu dönemleri özetlemek için kullandığımız isimler. Elbette nüanslarda değişiklikler var ama ana motif hep aynı: Türk ve sunni olmayan ya da asimile olmayacak her kimliği yok etmeye odaklanmış bir siyasi hareket. Önüne çıkan Ermeni, Rum, hristiyan, Yahudi, alevi, Kürt, Çerkes, Laz, komünist, sosyalist bütün kimlikleri yok etmiş ya da etmeye çalışıyor, ve çalışacak. 

Şimdilik bu kadar olsun.. Sonra devam ederiz..

Trieste ilinden selam ola..