6 Aralık 2012 Perşembe

Bilim hayatımızı şekillendiriyor, Dünya'ya nereden ve nasıl baktığımızı belirliyor!


Ben: …

O: …

Ben: 10.000 yıl önce tarımı bilmez iken bugün organizmaların genetiğini dizayn ediyoruz. 400 yıl önce yeryüzü düz sanıyor iken bugün Mars'a robotlar gönderiyoruz. 150 yıl önce türler yaratıldılar derken bugün evrimi gözlemliyoruz. 100 yıl önce atomun yapısını hayal bile edemezken bugün onu parçalayıp nükleer enerjiyi ortaya çıkarıyoruz...

O: … e e..?

Ben: Yani, kısacası: Bilim hayatımızı şekillendiriyor, Dünya'ya nereden ve nasıl baktığımızı belirliyor!

O: Nedir Bilim dediğin?

Ben: Ben şöyle özetliyorum: "Yeni bilgi"nin sistematik ve kollektif olarak ortaya çıkarılma uğraşısı.

O: Örneklerle anlat, mesela neye bilim demişiz? Nereden gelir bu bilim? Neyi etkilemiş de  bugünkü hayatım böyle?

Ben: Modern bilimin başlangıcı için 16. ve 17. yüzyıla bakmak gerekir. Dönemin simge isimleri: Kopernik (1473-1543), Galileo (1564-1642) ve Newton (1642-1727). Bu dönemde bilgiyi nedenselcilik ve deneye (kontrollü gözlem) dayandırma ön plana çıkıyor artık. Dünya'nın evrenin merkezinden çıkarılması büyük bir devrim. Sonra, her şeyin mekanik düzende açıklanabilinir olduğu, ve  matematikçi bir tanrının yarattığı belirlenimci bir evren düzeni oturuyor. Daha sonra patlayacak makineleşme, sanayiileşme, köyden şehire geçiş (feodaliteden burjuvaziye), Fransız devrimi bu dönemin ürünü diye düşünüyorum.

O: Sonra?

Ben: 19. yuzyılda işler değişmeye başlıyor. Daha doğrusu sanayiileşmenin ivmelenmesi ile herşey daha açık sorgulanmaya başlanılıyor. Mesela, Boltzmann (1844-1906) ile birlikte olasılıksı mekanik ile tanışıyouruz. Darwin (1809-1882) ile insan hususi yaratılmışlığının iflası, yani evrenin merkezinden düşmesi bomba etkisi yaratıyor. Düşünsene: kral da, siyasetçi de, köle de, kadın da erkek de aynı hayvan türü! 20. yüzyıla girilirken özellikle Freud (1856-1939) ile insanın algı derinliğine yani psikolojisine giriyoruz. Ruhun iflası yani!

O: Einstein nerede?

Ben: Ben de tam oraya geliyorum! 20.yüzyılın başından itibaren fizik bilimi coşuyor adeta. Einstein (1879-1955), Schroedinger (1887-1961), Feynmann (1918-1988) ve daha nicesi nesneye bakışımızı değiştiriyor. Düşün, her şey göreceli, kütle dediğin enerji olabilir mesela. Bu dönemde küçük boyutlarda fiziğin başkalığını öğreniyoruz. Bugün hala kuantum  fiziğinde bildiklerimizi "an"ladığımızı söyleyemem. Mesela,  nedensellik çökebilir atomlar arasında!  Ama nasıl! Öylesine büyük teknolojik patlamalara gebe ki bu dönem, saymakla bitmez. Ne yazik ki, atom bombasını da gördük aynı zamanda!!! Bilim etiğini de konuşmalıyız bir gün!

O: Fizik aldı başını gitti yani!

Ben: Evet öyle. Ama 20 yuzyılın 2. yarısı ile birlikte yaşam bilimleri, özellikle de moleküler biyoloji ve genetik patlaması ile karşılaştık. Watson (1928-), Crick (1916-2004) ve Rosalind Franklin (1920-1958) bu dönemin simgesi DNA yapısının keşfindeki kilit isimler. Bugün teknolojik anlamda geldiğimiz yer yüz yıl önce ile kıyaslanamaz bile, misal gen transferi ve klonlama. 2000'leri hatırlaycaksındır: örnek insan DNA diziliminin duyurulması. Herkes bu da yapılınca artık sorulacak soru kalmayacak diyordu öncesi.

O: Sahi, ne durumdayız şimdi. Bilim nereye gidiyor? Sen onu anlat!

Ben: Anlaşıldı ki, iş pek bitmemiş, hatta tam tersi yeni başlıyor! Yaşam bilimlerinde, özellikle genetikte elimizde tonlarca data var. Ama anlayışımız çok geri. Fizikle benzeştirirsem, kuramsal bilgimiz daha emekleme aşamasında! Öznel olarak değerlendirirsem: DNA'yı biliyoruz ama nasıl işlediğini ve evrildiğini henüz tam olarak anlamış değiliz. Bunu çözersek, örnek olarak gen terapilerine ulaşabiliriz. Bunun dışında, sinirbilim, özelinde insan psikolojisinin temellerini irdelemeye devam edecek. Nano-bilimler çok ilginç teknolojiler üretiyor, özellikle bilgisayarımsı aletlerle donatılmaya başlandık baksana. Son olarak, kuantum ışınlanması, ve hatta kuantum bilgisayarlara not edeyim. Klasik mantığımız yerle bir olabilir. 

O: Tamam tamam yeter bugünlük… 

Ben: Şimdilik bu kadar olsun o zaman! :)

3 Aralık 2012 Pazartesi

Türkiye ana siyasi örüntüsü


Orhan Pamuk'un ''Kar'' isimli romanını yeni bitirdim. Anlatımdaki uslubuyla yine Orhan Pamuk dedirten bir kitaptı. Ama buraya not etmek istediklerim kitabın içeriğine dair ve düşündürdükleri olacak.

Roman, yakın tarih (90'lar) Türkiye siyaseti üzerine oturtulmuş. Memleket siyasetine ait ana unsurlar, yani Türkçü ve Kürtçü milliyetçiler, İslamcı dinciler, ve yenilmiş sosyalistler birbirlerinin içine geçerek Kars ili ölçeğinde sahne paylaşıyorlar. Darbelerden türbana kadar birçok konu işleniyor romanda. Edebi eser olduğunu unutmadan Türkiye siyaseti öğrenmek isteyen, ya da siyasi gerçekleri yatsımadan roman okumak isteyenlere ısrarla öneriyorum bu romanı.

Romanın dışına çıkıp, memleketim dediğim ülkeye en azından son 150 yıldır hakim olan siyasi çizgiyi buraya not etmeliyim. Bakalım yıllar sonra, aynı fikirlere sahip olacak mıyım? Aslında böyle giriş yaptıktan sonra çok uzun tezler, argümanlar yığacağımı düşünebilirsiniz. Halbuki, hükmeden siyasi örüntüyü Türkçü milliyetçi-sunni islamcı dinci olarak tarif edebilirim. Altını çizerek bunun iki ayrı siyasi hareket olamadığını, aynı bedende yaşayan ama kah birinin kah ötekinin ağır bastığı bir yöneten kimliği olduğunu söylemeliyim. Abdulhamit, İttihat ve terakki, Mustafa Kemal, İnönü, Ecevit, Demirel, Erbakan, Çiller, ve son olarak da Erdoğan sadece bu dönemleri özetlemek için kullandığımız isimler. Elbette nüanslarda değişiklikler var ama ana motif hep aynı: Türk ve sunni olmayan ya da asimile olmayacak her kimliği yok etmeye odaklanmış bir siyasi hareket. Önüne çıkan Ermeni, Rum, hristiyan, Yahudi, alevi, Kürt, Çerkes, Laz, komünist, sosyalist bütün kimlikleri yok etmiş ya da etmeye çalışıyor, ve çalışacak. 

Şimdilik bu kadar olsun.. Sonra devam ederiz..

Trieste ilinden selam ola..

1 Temmuz 2012 Pazar

Sade'ce

İNSANIN düşünebilme yetisi binlerce kuşakta öylesine gelişti, öylesine karmaşıklaştı ki; sade'ce doğan, yaşayan ve ölen bir hayvan olduğunu unuttu. O sadeleğinde has olan doğanın felaketleri ve harükaledelerini tanrı(lar) dediği, yarattığı, ondan ötürü yaradan(lar)a aktardı. Aktardı ki, yalınlığını gizleyebilsin, daha da üstün düşünsün. Ne haldir ki, aktardıkça sivrilen zihni, bedenini daha da ezdi. Ezilen bedenin ağrısını dindirsin diye imgelerine daha fazla anlamlar ve yetiler yükledi.

Ve BEN doğdum. Yaşadım. İnsanın bana ulaştırdığı hayalleri alıp, felaketleri ve harükaledeleri doğadan alıp benden ötürü imgelere aktardım. Aktardıkça rahatladım, ama bir o kadar yoruldum. Hala yaşıyorum. Felaketleri ve harükaledeleri doğaya geri vermenin, yapay ürettiğim an'lamları unutmanın, doğayı olduğu gibi görmenin ve kabul etmenin çabasındayım. Çabaladıkça yoruluyorum, ama bir o kadar da rahatlıyorum. Birgün sade'ce öleceğim.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Zebra balığını izlerken...


Bundan 3-4 hafta önce C. P. Heisenberg grubunda 1 hafta geçirdim. Labın araştırmaları günümüz biliminin en sıcak  alanlarından olan gelişim biyoloji üzerine. Labın deneysel çalıştığını ve model organizma olarak zebra balığını kullandıklarını belirteyim. (Heisenberg labı hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirisiniz.)

Labda geçirdiğim 1 hafta içinde ne yaptığıma gelince. Ben daha çok izlemekle yetinsemde (aldığım hücre biyolojisi dersi kapsamında) küçük bir deney gerçekleştirdik. Deneyimiz çok temel bir gelişim biyoloji sorusu üzerine idi: "Organların ortaya çıkışındaki ilk aşama olan embriyodaki simetri kırılımı nasıl başlar; hangi genetik ve fiziksel faktörler belirleyicidir?"


Çok ilginç bir şekilde, döllenmeyi takip eden 6-7 saatlik sürede embriyo son derece simetrik bir yapıda (yani sağın solun, aşağı yukarının bir farkı yok). Bu demek oluyor ki, organlar gibi özelleşmeler henüz mevcut değil. Bu aşamadan sonra ne oluyorsa oluyor, hücreler topluluğu embriyo hep aynı şekilde (şaşırtıcı bir aynılık ve düzende) bir simetri kırılımı yaşıyor. Kabaca söylersek baş-kuyruk ayrımının ilk belirtisi. Bu simetri kırılımı o kadar önemli ve hassas ki, eğer bir şekilde rahatsız edilirse embriyodaki bütün gelişim bozuluyor (bu durum çoğunlukla embriyonun ölümü ile sonuçlansada, sakat doğum dediğimiz anormaliklere de yol açabiliyor).

Bizim yaptığımız deney bu farklılışmada rol aldığı düşünülünen bir genin (daha doğrusu ürettiği proteinin), simetri kırılımının başladığı geçiş organında görev alıp almadığını test etmekti. Bu gibi deneylerde yapılan, çalışılan genin florasanlanması ve özel mikroskoplarla hangi hücrelerde ifade edildiğinin gözlenmesi prensibine dayalı.

Dediğim gibi, ben asıl ayrıntılardan, tekniklerden bihaber olarak deney süresince çoğunlukla izleyici durumunda idim. Ama benim için paha biçilmez olan, yaşamın başladığı ilk gelişim aşamalarını gözlerimle takip etmekti. Hep aklımda kalacak o fotoğraflardan birkaçını sizlerle paylaşıyorum...

Bilimin ışığı yolunuzu aydınlatsın efendim... 




11 Şubat 2012 Cumartesi

Komünist


Varoluşsal sorgularınız elbette sosyal yanınızla alakalı; ve elbette siyasal düşüncelerinizle içli dışlı. Benim için, fakir bir kız coçuğunun ''yalansız'' dilenmesi, ansızın tek siyasetim olabiliyor!. Aşağıda ilk önce bir şiir denemem, sonra da Vedat Türkali'nin Komünist'inden kesitler var. Komünist aslında son 20-25 sayfası dışında otobiyografik bir eser. Daha önce okuduğum Bir Gün Tek Başına ile kıyaslanamaz bile; son derece kopuk ve sıkıcı. Alıntılar yaptığım kısım (son 20-25 sayfa) otobiyografiden ayrı gibi; komünizm üzerine saptama ve görüşlerini aktardığı güzel bir deneme.


----

Ankara'da bir kız çocuğu, 
üşümüş;
                 bir kız çocuğu,
ürkmüş;
                            ağır ağır yanaşmakta, ağlamakta.

Ankara'da bir kız çocuğu,
  imdat diye bağırmakta;
                            sesi kısık, kimse duymazda,
üstü çıplak, kimse görmezde.

Bir öğünlük tok diyelim haydi,
ya bir ömürlük?

O kız çocuğunun geçmişi bilinmez,
                            bugünü harap,
                            geleceği yitik!

Ankara'ya kar yağıyor.
Siluette Kale,
  Meydanda Heykel,
Arkalarda Hacıbayram,
neye yarar!
Ulus'um sisler içinde!

(Ankara, 10 Şubat 2012)

----------------




Vedat Türkali, Komünist, Gendaş Yay. s.119-s.132:

... 1917 Bolşevik devrimi, onun sonucu kurulan Sovyetler birliği, insanlığa kazandırdığı akıl almaz büyüklükte tarihsel-sosyalist deneylerinin, kazanımlarının (Bugün Çin'den Küba'ya üm sosyalist devletlere analık ettiğini unutmamak gerekir) yanında, tüm kapitalist dünyadaki emekçi yığınlarının, sömürgen sınıflardan çeşitli haklar koparıp almasında, kapıtalist dünyanın yaşanabilir bir yüz kazanmasında en büyük etken olmuş, varlığıyla dolaylı, dolaysız tüm yeryüzüne damgasına vurmuştur. Yıkılışından sonra binbir baskı sonucu her yanda birer ikişer geri alınan insanca haklarla neyi yitirdiğini emekçi insanlık bugün daha iyi anlıyor.

Bolşevikler, Lenin, sınıfsız toplumu kurmak için ilk adımı attıklarında, örnek alıp inceleyebilecekleri salt 72 gün yaşamış Paris Kömünü vardı tarihin kapitalist dönem geçmişinde. .... Kömünarların, Fransız Devrimi'nde burjuvazinin kurduğu bağlaşıklığı bozup büyüklüğü kazanamamaları, büyük sanayi kuruluşlarına, ana mali kaynaklara, ''kutsal devletin!'' Merkez Bankası'na vaktinde el koymamalarıdır yenilginin bilinen ana nedenleri. Fakat, Marks'ın özellikle vurguladığı, Paris Kömünü'nün yenilgisinden çıkarılacak ders, eski burjuva devletinin kurumları, kuruluşlarıyla sosyalist toplumun yaratılamayacağı, böylesi yeni bir yapılanmada başarının olmazsa olmaz koşulu, eski burjuva devletinin kırılıp parçalanarak, iktidar gücünün yeni kurulacak proleter devlete geçmesidir. ... Sovyet tipi işçi-yoksul köylü-asker meclislerinde, Lenin, Marks'ın aradığı proleter devlet tipinin çekirdiğini görüyordu. Oktobr [Ekim] devriminden önceki ikili iktidar (Kışlık Saray'da Kerenski Hükümeti, Smolni'de Sovyetler) döneminde Lenin'in ''Bütün iktidar Sovyetlere!'' sloganı, proleter devleti kurmanın ilk atılımıdır. Sovyet iktidarının 73. gününde Lenin'in ''Paris Komünü'nü bir gün geçtik'' diye karlarda dans ettiği söylenir. Örneği olmayan yepyeni bir toplumu, sosyalist toplumu yaratmak tarihin en büyük sınavlarından birinden geçmektir. Bolşevikler, Lenin, Marksist yöntemle araştırma, deneme-yanılma, ileri atılabilmek için sırasında geri çekilmelerle yola koyuldular! Güvendikleri, emekçi yığınlarından güç alan, ''demokratik santralizm''e dayalı Leninst Bolşevik Partisi'ydi. Lenin'in büyük özgüvenle söylediği şu ünlü sözü hiç unutmamak gerekir: ''Tarihte varolmuş bir çok siyasal partiler batmıştır. Biz batmayacağız, çünkü bizim yanlışlarımızı görüp saptayarak doğru yolu bulacağımız özeleştiri yöntemimiz var.'' ...

Tüm eleştiri, özeleştiriler komünistlerin emekçi yığınlardan kopmamaları doğrultusunda olmalıdır, anlamına gelir bu sözler. Bunun vazgeçilmez koşulu, emekçi yığınların, tam bir sınıfsal özgürlük ortamına, tüm sorunların korkusuz, baskısız düşünülüp konuşulduğu, tartışıldığı br gerçek demokratik topluma kavuşturulmalarıdır. Toplumun yazgısına egemen Partinin, Marksist-Leninist ilkelere oturtulmuş bu tam özgür davranış biçimini önce kendi içinde yaşama geçirmesi gerekir; demokratik santralizmden beklenen budur. İşler ''antidemokratik bürokratik santralizm''e dönüştürülmüş, merkezin başına da uyanıkların tapıp taptırdığı birisi yerleştirilmişse, düşündüklerini açık yüreklilikle söyleyecek ''enayi!''lerin sürgünü, kampı, cezaevini, celladı boyladığı bir ortam oluşur ki, öyle bir toplumda özverili gerçek devrimcilerin gözü kara atılımları durumu daha da ağırlaştırır. Dalkavukların, iki yüzlülerin, sahtekarların egemen olduğu böyle bir toplum, bilim, teknoloji, üretim kalitesi açısından geri kalmaya yazgılıdır. Emekçi yığınların gerçek dostlarının ezildiği çarpık bir yapı oluşur. 70 yıllık Sovyet-sosyalist toplumundan Yeltsinler'in, Şevarnatzeler'in, Aliyevler'in, kim bilir daha kimlerin çıkması rastlantı değildir. Sosyalist toplumu içten içe kemiren Stalinizm olgusu budur..... Stalin'i ya da bir başkasını suçlamakla bir yere varılmaz; asıl sorun, toplumda hiçbir yöneticiye ya da yöneticilere toplum yönetiminde kamunun, bireylerin denetim gücü üzerinde yetki tanınmasını kesinkes önleyen bir yapıyı kurmaktır....

... şöyle bir soru da gündemde yer alır bugün: Marks'ın, paris Komünü denemesinden sonra kırılıp parçalanması zorunluluğundan söz ettiği ''burjuva devlet yapısı'' üzerine yapılan tanı, Lenince yaşama geçirilen uygulama biçimi bugün de yürürlülükte sayılabilir mi? ....

Marks'ın, Lenince yorumundan dünya şunları kazanmıştır:

O yöntemle koca bir coğrafya parçasında, yıkılışıyla bile insanlığa engin deneyimler bırakmış ilk proleter sosyalist toplum kurulmuştur.

Çin'den, Kore'den, Çin Hindi'nden Afrika'ya, Küba'ya, Güney Amerika ülkelerine, dünyanın hemen her köşesinde tüm devrimcilere esin kaynaklığe eden Leninizmdir; sırasında o devrimlerin ilk destekçisi de, Lenin'in kurduğu o ilk sosyalist ülke olmuştur.

Devrimin ille de sanayi ülkelerindeki sınıf savaşlarıyla gelişmiş ülkelerde olacağı ''dogma''sını aşarak dünyayı kuşatmış emperyalist zincirin zayıf halkasına saldıran ulusal bağımsızlık savaşlarıyla bağlantılı biçimde, dünyanın sanayice gelişmiş ülkelerinin dışında herhangi bir yerinde de başarıya ulaşabileceğini savıyla tarihin bu aşamasındaki toplumsal devrimi de, onun ayrılmaz bağlaşığı antiemparyalist ulusal kurtuluş savaşlarını da en doğru değerlendiren Leninzm'dir.

Yoksul, topraksız köylülüğün, köy emekçilerinin toplumsal devrimde işçi sınıfı yanında yer almalarını devrimin olmazsa olmaz koşullarından sayarak köylülüğün devrimdeki doğru yerini saptayan da Leninizm'dir. ... 

... Okullarımızda  bütün tarih eğitimi, bireylerin isteğine, buyruğuna bağlı öyküler üstüne kuruludur. Avrupa'yı Attila titretmiş, İstanbul'u Fatih almış, Osmanlı'yı zirveye Kanuni çıkarmış, zulmü Abdulhamit, ülkeyi Atatürk kurtarmış....tır. Bütün toplum bu yüzeysel, basmakalıp inançlara koşullandırılmıştır. Bir ''27 Mayıs'' sabahına uyanıp da, gizlice el ele vermiş genç subaylarca kendini ''kurtarılmış'' bulan kafası yalınkat bir ülkede, ''sosyalist devrim''in hiç de böyle yapılmayacağını anlatmak kolay olamazdı.....

Kapitaizmin son aşaması olarak emperyaliz üzerine Lenince yapılan irdelemyle konulan tanının, emperyalizmin yeni aşaması olan ''globalizm'' için de geçerliliğini koruduğu bellidir....





15 Ocak 2012 Pazar

Doğunun Limanları ve Mutant


Amil Maalouf'un Doğunun Limanları romanını (Yapı Kredi Yay.) yeni bitirdim. Tadı damağımda kalacak bir yemek gibiydi. Adeta bir obur gibi okudum, elimden bırakamadan, bir solukta. Roman İstanbul'da başlayıp doğunun liman şehirlerinden geçerek Paris'te noktalanıyor. Roman demem dil ve uslup açısından hakaret olur artık; öylesine akıcı ve sade ki. Böylesi güzel bir çeviri için Esin Talu Çelikkan'a da teşekkür etmemiz gerekir. İkisini de şapkamızı çıkarıp selamlayalım öyle ise.

Romanın içine girmeyeceğim, onu size bırakıyorum. Sadece kısa bir parçasını ödünç alıp buraya aktarayım:

'' ... düşlediği dünya, sadece kibar ve cömert, son derece güzel güzel giyinmiş, hanımları nezaketle selamlayan, ırk , dil ve din farklılıklarını ellerinin tersiyle iten, fotoğrafçılığa, uçaklara, sinematografiye çocuklar gibi merak salan insanların yaşadığı bir dünya...'' (s. 40).

 Bu yazıyı tekrar tekrar okuyunca şanssız bir çağda yaşadığımı hatırlıyorum; önümde arkamda, hatta aynada bile insanlara bakınca tek gördüğüm kendine düşmüşlük. Ne dış dünyayı değiştireceğini hayal eden gençler var artık, ne de iç dünyamızı aydınlatan büyük düşünürler. Yazıdaki betimleme de zaten 19. yüzyılın ikinci yarısına heveslenen, ama sonunda büyük felaketlere gebe olacak 20. yüzyılın ilk çeyreğinden çıkıp geliyor. Yaşar Kemal'den de duymuştum, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki o görülmemiş insanlığı ve insancıllığı. Daha fazlasını araştırmadım, ama yaşadığımız dönemin paradigmalarını şekillendiren büyük bilimcileri, yazarları, feylozofları vesaire hep bu dönemden çıkmış ya da beslenmiş gibi geliyor bana.

19. yy. sonu sosyal evrimimizdeki güzel bir dönem olsa gerek, umudum tekrar etmesi tabi. Sadece iyimserliğimi okumayın bu son cümlemdeki; nesnelce, insanı ve onun sosyal yapısındaki değişimlerin doğal olduğunu ve hep olacak olduğunu söylememi de okuyun. Nasıl canlıların fizyolojik evrimlerini görmemiz zor ve sağduyumuza karşı ise; daha kısa dönemde gerçeklese bile etik değerlerimizin, sosyo-ekonomik yapımızın, hatta dillerimizin değişimlerini görmek de zordur. Sosyal değişim örgülerini yakalamak ciddi çalışmalar ve cesaret gerektirir. En başında da tarihte kalmış kitapları eleştirel okumak.

Sözü burada başka bir yere getireceğim. Bu aralar okuduğum başka bir kitaba. Tarihi kitapların içinde, kah isteyerek kah istmeyerek, kaydedilmiş insan mutasyonlarını inceleyen ve onları günümüz genetik bilgileri ile yorumlayan Armand Marie Leroi'un Mutant isimli kitabından bahsediyorum (Viking Yay. - inglizce). İçinde sizi şaşırtabilecek neler var neler: 3 göğüslü kadınlar, albino afrikalılar, baştan aşağı kıllı insanlar, vesaire vesaire. Günümüzdeki efsanelerin sadece hayal ürünü olmadığına dair nice tarihi dökümanı harmanlamış Leroi. İnsan genetiğine, evrime ya da tıba ilgisi yüzünden merak salmış herkesin okumasını önerdiğim popüler bir kitap. Ah keşke ingilizcem yeterli olsa da bu kitabı çevirebilme hayalleri kursam (sahi, ingilizce ve diğer dil yaralarıma dokunan bir yazı yazmalıyım en kısa zamanda).

Tuna boyundan sevgilerle,

Murat Tuğrul

4 Ocak 2012 Çarşamba

Kadın Azmağı'nın o turkuaz rengi



Şöyle bir mazi yazılarıma göz atarken aşağıdaki metne rastladım. Mayıs-Haziran 2002 tarihli “DENİZ MAGAZİN” dergisinde (s.94-97) yayınlanmış. En zevkli, en renkli sualtı maceralarımı içeren küçük bir projenin yazısı. Kadın Azmağı'nın o turkuaz rengi hala aklımda. "Ey mazi..." deyip buraya aktarayım. 

‘Gökova’nın o eşsiz güzelliğine hayran kalmamak mümkün mü?’ eminim ki bu 
sözleri Gökova’ya her gidişinizde sizlerde içinizden geçiriyorsunuzdur. Aracınızın 
torosların o ünlü virajlarından biriyle boğuşurken karşınıza çıkan o eşsiz ahenge; 
deniz ve Gökova’nın kol kola sergilediği doğa resitaline sessiz kalmamak mümkün 
bile değil. 

Otobüsümüz sabahın erken saatlerinde, güneşin dağların arkasından yeni 
süzüldüğünde varıyor Gökova’ya. Ben hala uykuluyum, birazda bunun etkisiyle 
atamıyorum üzerimden şaşkınlığı. Neyse ki bizleri, ODTÜ-SAT dalgıçlarını, 
karşılamaya gelen Serdar ve Thomas’ın güler yüzlü, şence hoşgeldinleri beni 
kendime getiriyor. 

Gökova-Akyaka’ya gelme maceramız öncelere dayanıyor; bir ay öncesine. Gökova- 
Akyaka’yı Sevenler Derneği’nin gönüllüleri Kadın Azmağı Çayının diplerindeki 
çöpleri temizleme projelerini Sualtı Derneği ile paylaşıyorlar. SAD da bu haberi 
ODTÜ Sualtı Topluluğunun cengaveri İsmail Çifci’ ye iletiyor. Ve topluluk içinde 
yoğun bir çalışma başlıyor o andan itibaren; kaç kişinin katılması gereken bir etkinlik 
olacağı, dalgıçların hangi eğitimleri almış olması gerektiği  belirleniyor. Ve en 
sonunda ortaya 7 kişililik bir ekip çıkıyor: Emre Kolaç, Serkan Erdemli, Murat 
Tuğrul, Çiğdem Bayçay, Mert Aygen, Deniz Tok ve Alper Güner. Yaptığımız 
etkinlik öncesi toplantılarında neler yapacağımız tartışıyoruz, yapılması gereken 
araştırmalar teknik sorumlumuz Emre tarafından bizlere paylaştırılıyor. Artık herşey 
yolculuğa hazır gibi, tabii eğer herşeyden önce sağlık deyip olduğumuz tetanoz 
aşılarını sayarsak! 

Yola Cuma akşamı çıkıyoruz. Cumartesi erken saatte ordayız. İlk olarak 
konaklayacağımız otele gidiyoruz, hızlı bir şekilde odalara yerleştikten sonra biz 
kahvaltıya inerken Emre ve Alper limana, emektar kompresörümüz  ile tüp basmaya 
ve de dalışlar öncesi son planları gözden geçirmeye gidiyorlar. Biz kahvaltıdan sonra 
hiç zaman kaybetmeden limana gidiyoruz. Emre bize gözden geçirdiği planı 
anlatıyor, daha öncede düşündüğümüz gibi dalışa azmağın denizle birleştiği 
noktadan 1,5 km yukarıdan başlayacağız, pancar motorlu küçük bir tekne bizi 
dalışlar sırasında arkadan takip edecek, çıkarılan çöpleri sürekli tekneye düzenli bir 
şekilde ulaştırılırken teknede bize yardım edecek arkadaşlar bize sürekli çöp 
doldurmak için fileler verecekler. 

Tüpler basıldıktan sonra arabalarla dalışa başlayacağımız noktaya gidiyoruz. Gerekli 
bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra kıyıdan suya giriyoruz. Akıntının etkisi 
dışarıdan göründüğünden daha fazla, insanın yerinde durması için bile aşırı bir güç 
sarf etmesi gerek. Bütün OKler alındıktan sonra dalış başlıyor, herşey planlandığı 
gibi ilerliyor, maksimum 6m de 50 dak. 350 m lik  bir tarama sonucu 5 battal boy 
çöp torbalarını dolduracak çöp çıkarıyoruz. İlk dalış sonrası herkesin yüzündeki 
şaşkınlık görülmeye değer; İnanılmaz derecede berrak ve temiz bir akarsudan bu 
denli fazla ve de çeşitli (plastik-cam şişeler, konserve kutuları, halı parçaları, inşaat 
malzemeleri vb.)  artık çıkacağını kimse tahmin edemezdi. Öğle yemeği ve tüp 
basımından sonra ikinci dalışlarımızı yapıyoruz. Bu sefer sonuç maksimum 7 m de 
45 dakikalık 400 m lik bir tarama sonucu 7 çöp torbası. 

İlk gün akşamı Akyaka’nın şirin restorantlarından birindeyiz, oradaki iki gün 
boyunca yediklerimiz ve kalacak masraflarımız Akyaka’nın gönüllü esnaflarından 
karşılanıyor, böylelikle onlardan bu etkinliğe bir katkıda bulunmuş oluyorlar. Yemek 
boyunca Serdar , Thomas ve Derneğin Başkanı Heike ile sohbetler ediyoruz. Thomas 
ve Heike çifti oniki senedir Gökovada yaşıyorlar, artık bizlerden biri gibiler, her ikisi 
de Gökovayı daha nasıl güzelleştiririz diye çaba sarf ediyorlar. Serdar Bey işini güzel 
Gökovaya taşımış, vaktinin büyük bir kısmını dernek faaliyetlerinde bulunarak 
geçiriyor. Sohbet sırasında, dalışlar hakkında onlara bilgi veriyoruz; daha çok ne tür 
atık bulunduğunu, bunların nereden kaynaklanmış olabileceğini konuşuyoruz. 
Onlarda bizlere Gökova için planladıkları diğer çevre faaliyetlerinden söz ediyorlar. 
Yer yer gülüşler yer yer ciddi sohbetler eşliğinde leziz yemeğimizi yedikten sonra 
izin isteyip otele gidiyoruz, nede olsa yarın dalış var ve dinlenmemiz gerek.     

Ertesi gün daha erken bir saatde başlıyoruz dalışlara, dalışlar max. 6 m. de  sırasıyla 
50 dak. 400m. ve  45 dak. 350 m. lik taramalarla limana ulaşıyoruz. Bu iki dalışta 
toplam 15 cop torbası atık ve de tekneye zor sığdırdığımız tekne artıkları 
sergilenmek ve de teşhir edilmek üzere limanda bir bölgede toplandılar, böylelikle 
böylesi bir projenin yapabileceği en verimli şey olan halkı bilinçlendirme tarafı 
gerçekleşmiş oldu. 

Son gün akşamı yine Akyaka’nın güzel bir restorantındayız, geçen iki günün 
muhakemesi yapılıyor, geleceğe dönük planlar oluşturuluyor. Ama ne yazık ki kısa 
sürüyor bütün bunlar çünkü bizlerin yetişmesi gereken bir otobüsü var.    Gelecekte 
yapılacak ortak etkinlikler düşünülerek karşılıklı iletişim adresleri alınıyor. 

Vedalaşmalardan ve de malzemelerimizi otobüsümüze yükledikten sonra Ankara’ya 
yola çıkıyoruz. İçimizdeki deniz hasreti şimdiden başladı bile. Mola yerinde bu güzel 
etkinliği daha da geliştirmeyi, hatta yurt çapına yaymayı  Ankara’ya gider gitmez 
yapacağımız ilk iş olarak belirliyoruz. Sloganımız bile hazır ‘ Haydi Denizsiz Kentin 
Dalgıçları! Çıkaralım Şu Çöpleri Sularımızdan....’